DNA gibi olağanüstü bir
yaratılışa sahip bir molekülün nasıl ortaya çıktığı sorusu, buraya kadar
incelediğimiz gibi evrimcilerin binlerce çıkmazından biridir. Tüm
canlılığı “tesadüf” cevabıyla açıklamaya kalkan evrim teorisi, DNA’da
özenle ve kusursuzca kodlanmış bulunan olağanüstü bilginin kaynağını
asla izah edememektedir.
Kaldı ki konu DNA zincirinin nasıl ortaya
çıktığı sorusundan ibaret değildir. Çünkü DNA zinciri, daha önce de
belirttiğimiz gibi, içindeki olağanüstü bilgi kapasitesi ile birlikte
var olsa bile, bu tek başına hiçbir şeye yaramamaktadır. Canlılıktan söz
edilebilmesi için, mutlaka bir de bu DNA zincirini okuyan, kopyalayan
ve bu kopyalara göre proteinler üreten enzimlerin bulunması gerekir.
(Enzimler hücrede belirli görevler üstlenmiş ve bunları bir robot
titizliğinde yerine getiren büyük moleküllerdir.)
Yani canlılıktan söz edilmesi için, hem
DNA adı verdiğimiz bilgi bankasının hem de bu bankadaki bilgileri
okuyarak üretim yapacak makinaların var olması gerekmektedir.
İşin daha da ilginç yanı ise, DNA’yı okuyup ona göre üretim yapan enzimlerin kendilerinin de yine DNA’daki
şifrelere göre üretilmeleridir! Yani
hücrenin içinde öyle bir fabrika vardır ki, bu fabrika hem çok çeşitli
ürünler üretmekte, hem de bir taraftan bu üretimi yapan robot ve
makinaları da inşa etmektedir. Tek bir noktasında eksiklik olsa işe
yaramayacak olan bu sistemin nasıl ortaya çıktığı sorusu, evrim
teorisini tek başına yıkmaya yeterlidir.
Çeşitli alanlarda profesörlük yapan,
Indiana Üniversitesi’nden, Amerikalı bilim adamı Douglas R. Hofstadter,
bu soru karşısındaki çaresizliklerini şöyle itiraf etmektedir:
Nasıl oldu da genetik bilgi, onu yorumlayan mekanizmalarla (enzimler ve diğer moleküler yapılarla) birlikte ortaya çıktı? Bu soru karşısında kendimizi bir cevapla değil, hayranlık ve şaşkınlık duyguları ile tatmin etmemiz gerekiyor.(Douglas R.Hofstadter, Gödel, Escher, Bach: An Eternal Golden Braid, New York: Vintage Books, 1980, s. 548)
Bir başka evrimci otorite, dünyaca ünlü moleküler biyolog Leslie Orgel, bu konuda biraz daha açık sözlü davranmaktadır:
Son derece kompleks yapılara sahip olan enzimlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla İNSAN, YAŞAMIN KİMYASAL YOLLARLA ORTAYA ÇIKMASININ ASLA MÜMKÜN OLMADIĞI SONUCUNA VARMAK ZORUNDA KALMAKTADIR.(Leslie E. Orgel, “The Origin of Life on Earth”, Scientific American, Cilt 271, Ekim 1994, s. 78)
“Hayatın kimyasal yollarla ortaya çıkması
imkansız” demek, “hayatın kendi kendine oluşması imkansız” demektir. Bu
gerçek, canlılığın kusursuz bir biçimde yaratıldığının açık bir
ispatıdır. Ancak evrimciler açık delillerini gördükleri bu gerçeği, sırf
ideolojik nedenlerle kabul etmezler. Sırf Allah’ın varlığını kabul
etmemek için, imkansız olduğunu kendilerinin de bildiği saçma
senaryolara inanırlar.
Bir başka evrimci Caryl P. Haskins ise
DNA şifresinin tesadüfen oluşmasının imkansızlığını ve bu gerçeğin
Yaratılış için güçlü bir delil olduğunu şöyle ifade eder:
Biyokimyasal genetik düzeyinde evrime ait en kapsamlı sorular hala cevaplandırılmamıştır. Genetik şifre ilk kez nasıl ortaya çıkmıştı ve nasıl evrimleşmişti? Bugün yaşayan tüm organizmalarda hem DNA’nın replikasyonu hem de DNA şifresinin etkili bir şekilde çevirimi süreçleri, son derece kesin enzimlere gereksinim duymaktadır. Aynı zamanda bu enzimlerin moleküler yapılarının DNA’nın kendisi tarafından kesin bir şekilde belirtilmiş olması, dikkate değer evrimci bir gizemi ortaya çıkarmaktadır… Şifre ve şifreyi çevirme yolları evrim sürecinde kendiliğinden mi ortaya çıkmıştı? Böyle bir rastlantının gerçekleşmiş olabileceğine inanmak neredeyse akıl almazdır. Bu bulmaca Darwin’den önceki dönemde olduğu gibi Darwin’den sonra da evrimden kuşku duyanlar tarafından özel yaratılış için en güçlü kanıt türü olarak yorumlanmıştır.(Haskins, Caryl P., “Advances and Challenges in Science in 1970″, American Scientist, vol.59 (May/June 1971), s.305))
|
Prof. Michael Denton |
Evrim teorisinin geçersizliğini anlatan “Evolution: A Theory in Crisis” (Evrim:
Kriz İçinde Bir Teori) adlı kitabın yazarı olan ünlü moleküler biyolog
Prof. Michael Denton, Darwinistler’in bu akıl dışı inancını şöyle
anlatır:
Yüksek organizmaların genetik programlarının yapısı, milyarlarca bit (bilgisayar birimi) bilgiye ya da bin ciltlik küçük bir kütüphanenin içindeki tüm harflerin dizilimine eşdeğerdir. Bu denli kompleks organizmaları oluşturan trilyonlarca hücrenin gelişimini belirleyen, emreden ve kontrol eden sayısız karmaşık işlevin tamamen rastlantıya dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmek ise, İNSAN AKLINA YÖNELİK BİR SALDIRIDIR. AMA BİR DARWİNİST, BU DÜŞÜNCEYİ EN UFAK BİR ŞÜPHE BELİRTİSİ BİLE GÖSTERMEDEN KABUL EDER! (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, s. 351)
Gerçekten de Darwinizm, akla tamamen
aykırı, batıl bir inançtan başka bir şey değildir. Akıl sahibi olan her
insan ise, ister DNA’ya isterse tabiatın başka herhangi bir yönüne
baksın, o büyük gerçeğin kanıtlarını görür: İnsan ve tüm canlılar,
Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah tarafından yaratılmıştır.
|
ÜNLÜ BİLİM ADAMI ANTHONY FLEW
DNA’DAKİ KOMPLEKS YAPI ÜZERİNE İMAN ETTİ
“Elbette insanları etkiledim, bu yüzden
vermiş olabileceğim büyük zararı gidermek istiyorum ve bunun için çaba
göstereceğim.” (Anthony Flew)
Şuna ikna oldum ki ilk canlı maddenin, cansız maddeden evrimleşerek meydana gelmesi, ardından da olağanüstü komplekslikte bir canlıya dönüşmesi, açıkça söz konusu değildir.1
Bu köklü karar değişikliğinde etkili olan
şey, modern bilimin yaratılış hakkında ortaya koyduğu açık ve kesin
kanıtlardır. Flew, yaşamın bilgiye dayalı kompleksliği karşısında,
canlılığın bilinçli olarak yaratıldığının farkına varmış ve bu inanç
değişikliğinin temelinde yatan bilimsel sebepleri şu sözlerle
açıklamıştır:
Biyologların DNA araştırmaları,
yaşam için gerekli düzenlemelerin neredeyse inanılmaz olan
kompleksliğini ortaya koyarak, yaşamın temelinde bilinç bulunmuş olması
gerektiğini gösterdi.2
Flew’un fikir değişikliğinde temel sebep
olarak gösterdiği DNA araştırmaları, gerçekten de yaratılış gerçeğine
dair çarpıcı gerçekler ortaya çıkarmıştır. DNA molekülünün sarmal
yapısı, genetik koda sahip oluşu, tesadüfü reddeden hassas nükleotid
dizilimleri, ansiklopedik miktarda bilgi depolaması ve daha birçok
çarpıcı bulgu, bu molekülün yapı ve fonksiyonlarının yaşam için özel
olarak ayarlandığını ortaya koymuştur.
Uzun bir dönem ateizmi savunan Anthony
Flew’un bilinçli yaratılışı kabul etmesi, ateizmin içinde bulunduğu
çöküş sürecinde yaşanan son perdeyi yansıtmaktadır. Modern bilim, bir
Yaratıcı’nın varlığını ortaya koymuş, böylece ateizmi devre dışı
bırakmıştır.
Flew’u etkileyen bilim adamlarından Prof.
Gerald Schroeder ise, Science Reveals the Ultimate Truth (Bilim Mutlak
Gerçeği Ortaya Koyuyor) adlı kitabında, tüm evrende tecelli eden akıl ve
bilgiden şöyle bahsetmektedir:
Tek bir bilinç, evrensel bir
akıl, tüm evreni kaplamaktadır. Atomaltı maddenin kuantum doğasını
araştıran bilimin bulguları, bizi hayranlık uyandırıcı şu kabulün
eşiğine getirmiştir: Tüm varlık, bu aklın bir dışa vurumudur.
Laboratuvarlarda bunu, ilk başta enerji olarak ifade edilmiş, sonra
madde formunda yoğunlaşmış bilgi olarak gözlemliyoruz. Atomdan insana
kadar her bir parçacık, her varlık; bir bilgi ve akıl seviyesi ortaya
koymaktadır.3
Gerek hücrenin işleyişi, gerek maddenin
atomaltı parçacıkları üzerinde yapılan bilimsel araştırmalar, şu gerçeği
inkar edilemez bir biçimde ortaya koymuştur: Evren ve yaşam, herşeye
hakim, üstün akıl sahibi bir varlığın iradesiyle yoktan var olmuştur.
Hiç şüphesiz, evreni her seviyede kuşatan bu bilgi ve aklın sahibi,
üstün kudret sahibi Yüce Allah’tır. Allah bu gerçeği Kuran’da şöyle
bildirmektedir:
1- Stuart Wavell, Will Iredale, ” Sorry, says atheist-in-chief, I do believe in God after all”, The Sunday Times, 12 Aralık 2004; http://www.timesonline.co.uk/article/0,,2087-1400368,00.html 2- Richard N. Ostling, “Lifelong atheist changes mind about divine creator”, The Washington Times, http://washingtontimes.com/national/20041209-113212-2782r.htm 3- Gerald Schroeder, The Hidden Face of God, Touchstone, New York, 2001, s. Xi. |
Evrimcilerin Çaresizliğine Bir Örnek Daha:
“RNA Dünyası” Senaryosu
Evrimciler, ilk canlı hücrenin nasıl var
olduğu sorusu üzerinde 20. yüzyılın başından itibaren çeşitli teoriler
geliştirdiler. Bu konuda ilk evrimci tezi öne süren Rus biyolog Oparin,
yüzmilyonlarca yıl önceki ilkel dünyada birtakım tesadüfi kimyasal
reaksiyonlarla ilk önce proteinlerin oluştuğunu, bunların birleşmesiyle
de hücrelerin doğduğunu ileri sürdü. Oparin’in 1930′lı yıllarda ortaya
attığı bu iddianın en temel varsayımlarının bile yanlış olduğu ise
1970′li yıllardaki bulgularla anlaşıldı: Oparin’in “ilkel dünya
atmosferi” senaryosunda organik moleküllerin oluşmasına imkan
verebilecek metan ve amonyak gazları yer alıyordu. Ama gerçek atmosferin
metan ve amonyak temelli olmadığı, aksine bir de organik molekülleri
parçalayan oksijen gazından bol miktarda içerdiği anlaşıldı.
Bu durum moleküler evrim teorisi için
büyük bir darbe oldu. Miller, Fox, Ponnamperuma gibi evrimcilerin “ilkel
atmosfer deneyleri”nin tümünün geçersiz olduğu anlaşıldı. Bu nedenle
80′li yıllarda başka evrimci arayışlar gelişti. Bunun sonucunda, ilk
önce proteinlerin değil, proteinlerin bilgisini taşıyan RNA molekülünün
oluştuğunu öne süren “RNA Dünyası” senaryosu ortaya atıldı. 1986
yılında Harvard’lı kimyacı Walter Gilbert tarafından ortaya atılan bu
senaryoya göre, bundan milyarlarca yıl önce, her nasılsa kendi kendisini
kopyalayabilen bir RNA molekülü tesadüfen kendiliğinden oluşmuştu.
Sonra bu RNA molekülü çevre şartlarının etkisiyle birdenbire proteinler
üretmeye başlamıştı. Daha sonra bilgileri ikinci bir molekülde saklamak
ihtiyacı doğmuş ve her nasılsa DNA molekülü ortaya çıkmıştı.
|
Hücrede bir proteine
ihtiyaç duyulduğu zaman DNA molekülüne bu ihtiyacı bildiren bir sinyal
gönderilir. Bu sinyali alan DNA hangi proteine ihtiyaç duyulduğunu
anlar. Ve ardından bu proteinin amino asit diziliminin bilgisinin
bulunduğu bölümün bir kopyasını çıkarır. Bu kopyalanan bilgi üretilecek
proteinin bilgisini taşıyan Mesajcı RNA’dır. Mesajcı RNA kopyalandıktan
sonra çekirdekten çıkarak proteinin üretim fabrikaları olan Ribozomlara
doğru yola koyulur. Aynı anda DNA’dan koplanmış olan bir diğer RNA amino
asitleri taşıyarak ribozomlara getirir. Her amino asit kendisine özel
bir taşıyıcı RNA ile taşınır. Üretilecek olan proteine ait amino asit
diziliminin bilgisini taşıyan mesajcı RNA ribozomun üretim bölgesİne
yerleşir. Taşıyıcı RNA getirdiği amino asitlerle birlikte mesajcı RNA’da
bildirilen sıraya uygun şekilde karşısına geçer. Yine DNA’dan
kopyalanan bir başka RNA molekülü mesajcı RNA ile taşıyıcı RNA’nın
birbirine bağlanmasını sağlar. Yanyana gelen taşıyıcı RNA’ların
getirdiği amino asitler aralarında peptid bağı olşturarak protein
zincirlerini meydana getirirler. Ve getirdiği yükü boşaltmış olan
taşıyıcı RNA’lar da ribozomdan ayrılır. Daha sonra üretilen protein de
kullanılacağı yere doğru yola çıkar.
|
Her aşaması ayrı bir imkansızlıklar
zinciri olan bu hayal etmesi bile güç senaryo, hayatın başlangıcına
açıklama getirmek yerine, sorunu daha da büyütmüş, pek çok içinden
çıkılmaz soruyu gündeme getirmişti:
1- Daha, RNA’yı oluşturan nükleotidlerin
tek birinin bile oluşması kesinlikle rastlantılarla açıklanamazken,
acaba hayali nükleotidler nasıl uygun bir dizilimde biraraya gelerek
RNA’yı oluşturmuşlardı? Evrimci biyolog John Horgan RNA’nın tesadüfen
oluşmasının imkansızlığını şöyle kabullenir:
Araştırmacılar RNA dünyası kavramını detaylı biçimde inceledikçe giderek daha fazla sorun ortaya çıkıyor.RNA
ilk olarak nasıl oluştu? RNA ve onun parçalarının laboratuvarda en iyi
şartlarda sentezlenmesi bile son derece zor iken, bunun prebiyotik
(yaşam öncesi) ortamda gerçekleşmesi nasıl olmuştur? (John Horgan, “In the Beginning”, Scientific American, Cilt 264, Şubat 1991, s. 119)
|
Urey-Miller deneyinin geçersiz olduğunun anlaşılması ile evrimciler yeni arayışlara girmek zorunda kaldılar. |
2- Tesadüfen oluştuğunu farzetsek bile,
yalnızca bir nükleotid zincirinden ibaret olan bu RNA hangi bilinçle
kendisini kopyalamaya karar vermiş ve ne tür bir mekanizmayla bu
kopyalamayı başarmıştı? Kendisini kopyalarken kullanacağı nükleotidleri
nereden bulmuştu? Evrimci mikrobiyologlar Gerald Joyce ve Leslie Orgel,
durumun ümitsizliğini şöyle dile getirmekteler:
Tartışma, içinden çıkılmaz bir noktada odaklaşıyor: Karmakarışık bir polinükleotid çorbasından çıkıp, birdenbire kendini kopyalayabilen o hayali RNA’nın efsanesi… Bu kavram, yalnızca bugünkü prebiotik kimya anlayışımıza göre gerçek dışı olmakla kalmamakta, aynı zamanda RNA’nın kendini kopyalayabilen bir molekül olduğu şeklindeki aşırı iyimser düşünceyi de yıkmaktadır. (G.F. Joyce, L. E. Orgel, “Prospects for Understanding the Origin of the RNA World”, In the RNA World, New York: Cold Spring Harbor Laboratory Press, 1993, s. 13)
3- Kaldı ki eğer ilkel dünyada kendini
kopyalayan bir RNA oluştuğunu ve ortamda RNA’nın kullanacağı her çeşit
amino asitten sayısız miktarlarda bulunduğunu farzetsek ve bütün bu
imkansızlıkların bir şekilde gerçekleşmiş olduğunu düşünsek bile, bu
durum yine de tek bir protein molekülünün oluşabilmesi için yeterli
değildir. Çünkü RNA, sadece proteinin yapısıyla ilgili bilgidir. Amino
asitler ise hammaddedir. Ancak ortada proteini üretecek “mekanizma”
yoktur. RNA’nın varlığını protein üretimi için yeterli saymak, bir
arabanın kağıt üzerine çizilmiş tasarımını o arabayı oluşturacak
binlerce parçanın üzerine atıp sonra arabanın kendi kendine montajlanıp
ortaya çıkmasını beklemekle aynı derecede saçmadır. Ortada fabrika ve
işçiler yoktur ki, bir üretim gerçekleşsin.
|
Yukarıdaki resimde ribozomda üretilen protein zincirleri görülmektedir. |
Bir protein, hücre içindeki son derece
karmaşık işlemler sonucunda pek çok enzimin yardımıyla ribozom adı
verilen fabrikada üretilir. Ribozom ise yine proteinlerden oluşmuş
karmaşık bir hücre organelidir. Dolayısıyla bu durum, ribozomun da aynı
anda tesadüfen meydana gelmiş olması gibi bir akılalmaz varsayımı daha
beraberinde getirecektir. Evrimin en fanatik savunucularından Nobel
ödüllü Jacques Monod bile protein sentezinin yalnızca nükleik
asitlerdeki bilgiye indirgenmesinin mümkün olmadığını şu şekilde
açıklamaktadır:
Şifre (DNA ya da RNA’daki bilgi), aktarılmadıkça anlamsızdır. Günümüz hücresindeki şifre aktarma mekanizması en az 50 makromoleküler parçadan oluşmaktadır ki, bunların kendileri de DNA’da kodludurlar. Şifre bu birimler olmadan aktarılamaz. Bu döngünün kapanması ne zaman ve nasıl gerçekleşti? Bunun hayali bile aşırı derecede zordur.(Jacques Monod, Chance and Necessity, New York: 1971, s.143)
İlkel dünyadaki bir RNA zinciri hangi
iradeyle böyle bir karar almış ve hangi yöntemleri kullanarak, 50 özel
görevli parçacığın işini tek başına yaparak protein üretimini
gerçekleştirmiştir? Evrimcilerin bu sorulara getirebildikleri hiçbir
açıklama yoktur.
|
Dr. Leslie Orgel |
San Diego California Üniversitesi’nden
Stanley Miller’ın ve Francis Crick’in çalışma arkadaşı olan ünlü evrimci
Dr. Leslie Orgel, “hayatın RNA dünyası ile başlayabilmesi” ihtimali
için “senaryo” deyimini kullanmaktadır. Orgel, bu RNA’nın hangi
özelliklere sahip olması gerektiğini ve bunun imkansızlığını,American Scientist‘in Ekim 1994 sayısındaki “The Origin of Life on the Earth” başlıklı makalede şöyle ifade eder:
Bu senaryonun oluşabilmesi için, ilkel dünyadaki RNA’nın bugün mevcut olmayan iki özelliğinin olmuş olması gerekmektedir:Proteinlerin yardımı olmaksızın kendini kopyalayabilme özelliği veprotein sentezinin her aşamasını gerçekleştirebilme özelliği. (Leslie E. Orgel, “The Origin of Life on the Earth”, Scientific American, Ekim 1994, Cilt 271, s. 78)
Açıkça anlaşılacağı gibi Orgel’in,
“olmazsa olmaz” şartını koyduğu bu iki kompleks işlemi RNA gibi bir
molekülden beklemek, ancak evrimci bir hayal gücü ve bakış açısıyla
mümkün olabilir. Somut bilimsel gerçekler ise, hayatın rastlantılarla
doğduğu iddiasının yeni bir versiyonu olan “RNA Dünyası” tezinin,
kesinlikle imkansız bir masal olduğunu ortaya koymaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder